21 Kasım 2014 Cuma

İHTİYACIN OLAN TEK ŞEY İNSAN


       
       Bağımlılık deyince toplumsal ayrıştırma yapar hemen egomuz....

       İlk anda madde bağımlıları ve sigara bağımlıları geliverir aklımıza.Oysa ki bağımlılığın bir görülme ve farkedilme yada görülüp farkedilmemekten bir kaçış olduğunu anlamak gerekir.Bu kapsamdan bakıldığında her birey kendi içindeki bağımlılığı kavrayabilir.Sigara içenlere ayrı oda yapmak yada dışarıda içmesini istemek madde bağımlılarını AMATEM' e yollamak "bağımlı" kavramını gözlerinizden ırak edebilir ama içinizdeki bağımlı tarafı gözden kaçırmanıza ve sisteme yem olmanıza da sebebiyet verebilir.
      Belki de SİZ;
                  "sıkılınca öfkeyi yemekten alıyorum" derken...sevildiğimi hissedemiyorum SEV BENİ ,kendimi sevemiyorum diyen bir yeme bağımlısısınızdır .
                  "Ayy kan şekerim düştü,tatlı bişey yok mu?" deyip hipoglisemi maskesi altında saklanan....Hayatın sorumluluğunu üstüme alamıyorum,bu anlamsızlıktan yoruldum demeye çalışan bir şeker bağımlısısınızdır.
                  "Bu hayat çok zor,dünyanın haline bak diye sızlanırken aslında acı bağımlısı bir kurbansınızdır.
                 Tüm bunları farketmek sizi yaftalamaz korkmayın.Aksine kendinizi gerçekleştirmeniz, birey olmanız ve kişilik gelişiminiz için bulunmaz bir fırsat sunar.
          ABD'li psikolog Abraham Maslow çalışmasında 1943'de bir çalışma ortaya koymuştur ve bu insan psikolojisinin yapı taşı hatta çatısı haline dönüşmüştür.
           Her ihtiyaç düzeyi bir gelişme düzeyidir ki bir basamağı karşılamamış birey diğerine ihtiyaç duymaz/duyamaz;hatta algılayamaz.

          İhtiyaç Teorisi
1- Fizyolojik gereksinimler (nefes almak,karnını doyurmak,uyumak,seks,boşaltım,vs...)
2- Güvenlik gereksinimi (vücut,barınmak,iş,sağlık,mülkiyet güvenliği)
3- Ait olma,sevgi,sevecenlik gereksinimi (aile,arkadaşlıklar,cinsel yakınlık,aşk ve tutku)
4- Saygınlık gereksinimi (özgüven,başarı,özsaygı,başkalarına saygı,diğerinin hakkını gözetebilme)
5- Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem,yaratıcılık,doğallık,problem çözme,ön yargısız                                                                             olma,görünenin ardındaki gerçeği arayış)
Tamda burada işte asıl güncel tehlike başlar.
          İlk iki basamağı tamamlamış olan birey üçüncü basamağa geldiği yaşlarda, aile yada sosyal ortam (okul,sokak,vs) içinde bir engelleme ile karşılaşır ve bunu dönüştürmenin bir yolunu bulur.Çocukluk tramvalarına bağlı ,yetişkinlik döneminde bağımlı kişilik alt kimliklerinden birini edinmiştir artık . Hele ki bunu toplumsal olarak kabul gören bir yol da bulmuş ise( yeme bagımlılığı şeker bağımlılığı gibi ) kendi bile farkına varmadan yaşayıp gidebilir.Ancak normal hayat içinde yine de bunun farkına varıp , kendini gerçekleştiren insan olma şansı elde edebilir...Bir üst basamağa geçiş için bu alt kimlik problemini çözme yoluna gidebilir.
       Bireyin gelişimi aynı zamanda toplumunda gelişimidir.  Arz talep dengeleri zorlar çünkü toplumları gelişmeye ...
         
                   ANCAK ARTIK ŞANSINIZ YOK !!! Toplumsal olarak gelişmenizin...

          Bunu engelleyen bir virüs çoktan ruh,beden,zihin dengenizi ele geçirmiş durumda;adı internet.
Sanal sosyal ortam "hey ben seni görüyorum,kabul ediyorum,seviyorum" demeye başladığı anda artık bireysel olarak,ruhsal gelişim basamağına takılı kalmış durumdasınız.Tehlike çanları çamaya çoktan başladı.İhtiyaç listeniz artık kabul gördüğünü,beğenildiğini,onaylandığını,alkışlandığını sanan bir sanal ilizyon içindedir.

          Dikkat Farkedin...Siz bir sosyal medya bağımlısısınız.
     
         Bu nedenle artık toplumsal kabul görmeye,okumaya, gelişmeye,aşka,dokunmaya,sarılmaya ihtiyacınız kalmadı sanıyorsunuz.Bilinciniz buna kanıyor ancak ruhunuz acıkmaya çoktan başladı.
         
 PEKİ NE ZARARI VAR?
           Bireysel Zarar: Hemen bu bağımlılık treninden inmazseniz ruhunuz açlığını bedeninizi hasta etmeye başlayarak size duyurmaya çalışacak.
           Toplumsal Zarar: İnsansal ihtiyaçları kalmayan toplum çabucak ötkileşme sürecine girecek.Algısı gözetilen insanlar yanlızlaşacak,bölünecek.Az gelişmişlikten gerileyen ve değerlerini kaybeden bir hale geçmeye başlayacak.

 "Dikkat yönetiliyorsunuz" demiyorum. DİKKAT YOK EDİLİYORSUNUZ! diyorum ...

          İHTİYACIN OLAN TEK ŞEY;
                                     bir dostla içilen kahve,
                                                    bir komşuya ikram edilen lokma,
                                                                     bir aşka dolanmış yürektir.
                      

                                       İNSAN OLMA İHTİYACINIZDAN   VAZGEÇMEYİN !

                                                                                                                21.11.2014 Alsancak
                                                                                                                    Esra Dereobalı

12 Kasım 2014 Çarşamba

PEMBE BAĞCIK 15 YAŞINDA...

SEVİLMEK GÜZEL ŞEY ...

11.11.2014 harika bir gündü... pembe bagcık 15 yaşına bastı:) dile kolay zaman ... ağladığımız ,güldüğümüz, nice zamanlar geçti dün hayatımdan tekrar tekrar ... ilk adımlarını heyecanla birlikte attığımız, ilk kelimesi için heyecanla beklediğimiz danışanlarım vardı yanıbaşımızda .. eskiler ve yenilerle ne kadar çok hayata dokunmuş olduğumuzu.. her geçen yıl nasılda köklü nasılda kocaman bir aileye dönüştüğümüzü gördük... süpriz sevinçler yaşadım kelimeler sığmayan ... susmayan telefonlar ve kapı zilleri için binlerce kez teşekkürler .... arayan hatırlayan ve hiç unutmayan herkese TEŞEKKÜRLER  ve RABBİME BİNLERCE KEZ ŞÜKRAN bana böyle bir hayat sunmuş olduğu için ...

 BİR GÖZ BEBEĞİNDEN GİRİP BİR KALBE DOKUNMAK ZORDUR AMA BAŞARABİLİRSENİZ.. O GÖZDEKİ PIRILTI PAHABİÇİLEMEZ ...

NİCE 15 YILLARA ... işimi çok seviyorum bir kez daha dedim ki İYİ Kİ TERAPİSTİM :)  DÜNYADA ÜZERİNDEKİ EN ÖZEL RUHLARLA ÇALIŞIYORUM ....

Esra DEREOBALI

7 Ağustos 2014 Perşembe

oyun ve çocuk



Çocukların hayatı öğrenme ve deneyimleme şekilleridir “OYUN”.Keşke hayat benim oyun alanım diyerek yaşayabilse büyüklerde... Bu bağlamda hala çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz olduğu kesin.




Oyun oynarken bir çocuğu gözlemleyerek çocuğunuzun keyif aldığı şeyleri, hiç yönlendirme olmadığı halde nelere yöneliyor olduğu yada özellikle anlatamadığı  ve baş edemediği durumları nasıl çözümlüyor olduğudur.
Çocuklarda, üç farklı gelişimsel alan  birbirine paralel olarak gelişiyor; akademik becerilerindeki yetkinlik, fiziksel ve duygusal anlamda büyüme ve kişilik ve ahlak gelişimi. Ancak yapılan araştırmalarda, çocukların bu alanlardaki güçlü yanlarını fark ettikleri zaman ilerleme kaydettiklerini gösteriyor. Güçlü yanları ortaya çıkartan etkinliklerse şöyle sıralanabilir.
1. Doğuştan sahip olunan, ilerleyen yıllarda desteklenerek yetenek ve becerilere dönüşenler
2. Yaparken çok keyif alınan ve iyi yaptığın şeylerdir.
3. Genel ve kapsamlı olmaktan çok, spesifik aktivitelerdir. Spesifik olmakla birlikte, birçok farklı aktiviteye dökülebilirler.
Bir çocuk kimse söylemediği halde “içten gelen bir dürtü ve keyif” ile yapıyor. Ortalıktaki taşları topluyor inceliyor biriktiriyor olması gibi .. spesifik bir davranış olmakla birlikte ilerleyen zamanlarda bu onu araştırmacı bir bilim insanı olma yoluna giden bir yola dönüşebilir.
Öğrenme açısından güçlü yanlar
Çocuklar çok ciddi bir öğrenme becerisi ile doğuyorlar. Hiç durmadan yeni şeylerle karşılaşıyor, sözlü ve sözsüz konuşma sistemlerini müthiş bir hızla yerleştirip kullanıyorlar. Belli bir yaş döneminde, yaklaşık 3-15 yaşlar arasında, bir şekilde kullanılmayan, kısımları budanıyor ve daha belirgin özellikler profesyonelleşmeye başlıyor.ancak her çocuk kendine has bir biçimde öğreniyor. Beynin çalışma prensiplerinin farklılığına bağlı olarak 34 değişik öğrenme stili olduğunu, bunların beş çeşit farklı kategoride toplandığını gösteriyor. Bunlar:
1. Çevresel   2. Duygusal  3. Sosyolojik  4. Fiziksel 5. Psikolojik öğrenme stilleri.
Çocuklar, kendi öğrenme stillerini ortaya çıkardıklarında, daha verimli ve anlamlı hayatlar sürebiliyor ve diğerleri ile iletişim kurma yöntemlerini geliştirebiliyorlar. Ne yazık ki bugün, birçok çocuk sadece ne şekilde öğrendiğini bilmediği için eğitim hayatında başarısızlığa uğruyor.
Bu nedenle eğitimcilere ve anne babalara bu bağlamda çok iş düşmektedir. Çocuklarımızı yargılamadan ,objektif gözlerle sadece ne yaptığını nasıl oynadığını ve ne sıklıkla aynı oyunları tercih ettiğini gözleyerek bile çocukların akademik ve hayat başarısının temellerini atmasına yardımcı olabiliriz .
Geleceğin yaratıcı özgür bireyleri sınırlanmadan kendi beyin ve öğrenme prensiplerine bağlı kalarak eğitilebileceği bir ortam dileğiyle...


ESRA DEREOBALI 23.07.2014

18 Temmuz 2014 Cuma

SAVAŞA ADAK ÇOCUKLARI MI VAR BU DÜNYANIN ...

GAZZE ÇOCUK LAR ÖLÜR DEMEK Mİ ÖGRETMENİM?

Burnumuzun ucundaki bir avuç cocugu koruyamadıysak ..kimse kendi çocuğuna yarını  vaadetmesin artık ... kimse ben iyi biriyim demesin  kendi suratına bakıpda utanmadan  ...kimse paraya satılmadım demesin rant zincirini besleyen sektörden alışveriş ederken ..kimse ben özgürüm demesin .. ne günahları vardı kimbilir demesin kendi ile bile yüzleşemeyenler... kimse boğazımdan helal lokma geçiyor diye övünmesin kendi alınteriyle anasının mutfağında yoğurmuyorsa ekmeğini... mümkünse küfreenler herseye lanet okuyabilen çokbilmişler önce SESSİZLİK ORUCU TUTSUNLAR .. iftar saatinde göbeklerini kaşıyıp sevap hanesine bonus kaydetme sevdasında olanlar... İNSAN KENDİNE VEREBİLİYORSA HESABINI BUTUN DUNYAYA VEREBİLİR... BEN GAZETEYİ BURNUMA DAYAYIP ESRA BU BEBEGE NE OLMUŞ DİYE GÖZLERİ DOLAN BİR DOWNLU ÖĞRENCİME bilmiyorum bile diyemedim bugün .. SESİNİZ DEĞİL SÖZÜNÜZ YÜKSELSİN AĞALAAAAAAAAAAARRR.... bu çocuğa ne olmuş diyerek ağlayabilen bir çocuğa yüzü kızarmadan yalan söylemeden yapabilecek bir açıklama bulununcaya kadar .. SUSUUUUUUUUUUNNN... İNSANLIK ÖLMÜŞTÜR YASTAYIZ...E.Dereobalı

26 Haziran 2014 Perşembe

HAYAT FARKINDALIKLA BAŞLAR... (9 eylül gzt. röportaj )


  • Farkındalık konusunda, “Keşke çok daha geniş imkanlar olabilse “ diyen Esra Dereobalı, İzmir’in geniş parklarında eski Yunan’daki Sokratların dönemindeki gibi konular belirlenip tartışılan ortamlar yaratılmasını öneriyor. Böyle farkındalık geceleri düzenlenmesinin önemli olduğunu belirterek şöyle diyor: “İnsanlar termosuna çayını, kahvesini koyup buluşarak belirlenen konularda, bir uzmanın önderliğinde konuşabilir. Ben böyle bir buluşmada gönüllü olarak programda yer alabilirim. Bu işi yönetenlerin ticari bir kaygı gözetmemesi gerekli. Çünkü spiritüellikle; maneviyatla ilgilenen insanların da kendi içinde egoları farklılaşabiliyor. Biz kendi farkındalık atölyemizde 15 kişilik gruplar halinde film geceleri yapıyoruz. Çok izlediğimiz bir filmin aslında hiç fark etmediğimiz yönlerini buluyoruz. Film sonrasında kahvemizi içerek film hakkında konuşuyoruz. Kimin neyi fark ettiğini, hangi olayların es geçildiğini ortaya koyuyoruz. Çok keyifli oluyor. Çünkü tek başınıza ya da bir arkadaşınızla filmi izlediğinizde farklı bir senteze ulaşılmıyor. Çünkü siz kendinize yakın bakış açısı olan kişileri genelde arkadaş seçersiniz. Ancak hiç tanımadığınız insanlarla bir filmi tartıştığınızda ve bu filmin insan psikolojisi, yaşam, tekamül süreçleri ile ilgili birtakım şeyler bulduğunuzda içsel yolculuğunuz da güzel bir noktaya varıyor. Bu yaşamla olan bağları kuvvetlendiriyor. İnsanlar birbiriyle kaynaşıyor. Bu kendi ruhsal özünüzle ilgili bir durum. Bu yüzden takım tutmaki siyaset ya da bir işteki ast üst ilişkisi gibi değil. Herkes en çıplak haliyle, ‘Bu beni üzdü‘ veya ‘Bu beni çok heyecanlandırdı‘ demeyi başarıyor. Bu da çok keyifli bir şeydir.“ 
  • Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı Esra Dereobalı, zihinsel engelli çocuğu olan ailelerin çoğu zaman, bilinçsizlik nedeniyle yanlış uzmanlık alanlarına başvurduklarına dikkat çekiyor. Bu yanlış yönelimin de, hastalığın teşhisini geciktirdiğine vurgu yapıyor. Zaman kaybının hastanın ve ailesinin aleyhine işlediğini belirterek, “Çocukta otizmi çok erken fark edebilirsek, tedavi derek tamamen normal bir hale döndürebiliriz. 0-2 yaş dönemi kaybedilmemesi gereken bir zamandır. Bu donemde aile tutumu ve beslenme bile çocuğun hayatını değiştirebilir“ diyor. Doğru uzmana başvurulmadığında testlerde genellikle iletişim kurulamadığına değinen Esra Dereobalı, bu süreçte gereksiz biçimde ilaç kullanıldığına da dikkat çekiyor. Çocuğun gereksiz kimyasal yüklemeye maruz kaldığını söylüyor. Bu durumun ailenin ekonomik ve psikolojik buhranına da neden olduğuna değiniyor.

    ALTIN ÇAĞ PROGRAMI NEDİR?
    Esra Dereobalı, Altın Çağ, dediği gelişim programının üç ana başlık içerdiğini belirterek şöyle diyor: “ 0-3 yaştaki çocuklar; okul çağındaki çocuklar; anaokulu çağındaki çocuklar olarak program
    üç değişik etapta uygulanıyor. Burada klasik metotların aksine çok daha kısa surede hastayı yaş seviyesine ulaştırmayı hedefliyoruz. Epilepsi hastalarında rastladığımız epileptik kişilik bozukluğuna bağlı ilaç kullanımlarını ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Anksiyete yani endişe, deneyimlenen kaygı, korku, gerilim, sıkıntı hali bozuklukları ve davranış sorunlarını ilaç kullanımı olmadan çözmeyi hedefliyoruz. Hastanın toplumsal uyumunu sağlıyoruz. Kendi kendine yetebilen bireyler haline dönüşmesinin yolunu açıyoruz. Bu üç değişik etapta uygulanan metotla, klasik metotların aksine çok daha kısa surede hedefimize ulaşıyoruz. Ancak normal zekalı çocuklarda yapılan çalışmalarda da algı ve yaratıcılıklarında sosyal problem çözme becerilerinde ciddi artış yaşanıyor. Daha mutlu sorunsuz bir okul hayatına kavuşuluyor. Amacım benim İzmirimdeki zihinsel engelli çocuklardaki bu uygulamamızın daha geniş kitleleri kapsamasıdır.Bu bir sosyal sorumluluktur. Toplumun yarası olan bu çocukların daha kısa surede yaşamla ve insanlarla uyum sağlamasıdır. Het şeyden önce de ailelerin bilinçlendirilmesine yönelik çalışmaların İzmir’de artmasıdır.“

    AİLELERİN UYUM SAĞLAMASI
    Esra Dereobalı‘nın, engelli çocuk ailelerinin uyum sağlaması ile ilgili bir projesi var. Bu projenin İzmir için de uygun olduğunu düşünüyor. Genelde engelli çocukları, normal okullar ile uyum sağlaması yönünde devlet politikalarının geliştiğine değinen Esra Dereobalı, ailelerin de sorunlar yaşadığına dikkat çekerek şöyle diyor: “Özürlü çocukların aileleri nasıl sosyalleşecek? Bu insanların çocukaırrının geleceklerine yönelik ciddi endişeleri var. Bu doğrultuda ailelerin daha üretken olabileceği projeler geliştirilmeli. Bu çalışlamalar sosyal hizmetler ve belediyelerle işbirliği içinde olabilir. İnsanların engelli çocuklarıyla birlikte birtakım hobiler, kurslar gerçekleştirdiği merkezler açılabilir. Burada sadece kendi engelli çocuklarına değil, herhangi bir engeli olmayan çocuklara da bu merkez açık olmalı.“ Esra Dereobalı’nın bu sözleri üzerine Almanya’da sosyal pedagog olarak yaşayan kuzenim Macide Serpemen’in söyledikleri aklıma geliyor. Macide, yurtdışında engelli çocukların, engeli olmayan çocuklarla bir arada öğrenim gördüğünü belirtmişti. Engeli olmayan çocukların da engelli arkadaşlarına ayrımcı bir tavrı olmadığına değinerek, “Çocuklar anne, baba ya da bir yetişkinden, engelli bir çocuğa yönelik ayrımcı tavır gördüklerinde , model alıp kendileri de uyguluyorlar“ diye konuşmuştu. Esra Dereobalı, bu yaklaşımın ülkemizde de çoğalması gerektiğini söylüyor. İzmir’in de buna öncülük edebileceğine değinerek sözlerini şöyle sürdürüyor: “İzmir aydın insanların coğrafyası. Deniz kenarında yer alması, tarihin içindeki yapısı, birçok önemli olayda lider konumunda bir kent olması ile İzmir, engelli çocuklara ve dolayısıyla bireylere yaklaşım konusunda da diğer kentlere öncü davranışlar sergileyebilir.“
    Esra Dereobalı, sağlıklı bir toplum olabilmemiz için çocuk gelişiminde farkındalığın önemine dikkat çekiyor. Aile-eğitimci-çocuk üçgeninde çok şeyin başarılabilceğine vurgu yapıyor. Sorunlara ve hastlaıklara erken tanının önemine değinerek şöyle diyor: “Yarının yetişkinleri olan çocuklarımızın sağlıklı bir toplumda yaşaması için en hassas donem olan 0-6 yaş ve devamında okul çağı diye adlandırdığımız 7-11 yaş çok önemlidir. Bu önemi kaygılarla geçirmek yerine işin uzmanları ile iletişime geçelim. Hayatımızdaki çileleri bir bir çözümleyelim. Ayakları üzerinde duran, sorumluluk sahibi, kendi kararlarını verebilen bireyler yetiştirelim.“
    Esra Dereobalı, bir kişi bile acı çekerken diğer kişilerin gerçekte mutlu olamayacağını anlamasının da bir farkındalık bilinci ile geliştiğine dikkat çekiyor. Bu bilince erişilmemesindeki ısrara yönelik, “Daha kaç depremin yeryüzünü yutması, kaç madenin kanla yıkanması gerekiyor?“ diye sorarak şöyle diyor: “Vücudun bir organı eridiğinde kanserle karşılaşırız. Toplum da bir vücudun organları gibidir. Bir tek kişinin acısı bir şekilde diğerlerini etkiler. Kavga edip kapıyı yüzen çarptığınız kişileri bir daha görmeyebilirsiniz. Bu şekilde ayrılık da sizde büyük yaralar açar. Bu yüzden sevdiklerinize sarılın. Konuşun. İletişim kurmaya çalışın. Size olumsuz davranalara da… Çünkü sevilen ve güvenilen kişi içindeki olumlu potansiyeli ortaya çıkarır. Sevginin kapatamayacağı yara, meleğe çeviremeyeceği şeytan yoktur.“

25 Haziran 2014 Çarşamba

YENİ NESİL , YENİ BİLİNÇ...

YENİ NESİL, YENİ BİLİNÇ; 


          Bana yeni bir şey söyle, teknolojiyle kirletilmemiş olsun. Sanırım bu aralar çokça duyduğunuz bir kelime ‘’kirlenmek’’. Sular kirleniyor. Doğa yok oluyor. Besinle GDO’lu, kanunlarda yiyecekleri çok koruyor gibi görünmüyor. Biz yetişkinler bolca şikayetçiyiz bu durumdan, sosyal medyada tepkiler koyuyoruz. Dost meclislerinde bu kadarıda fazla diye yakınıyoruz. Peki ama gelecek nesli ve onlara miras bırakacağımız doğa için ne yapıyoruz? Sanırım bu konuda STK lar kadar anne babalara çok daha fazlasıda eğitimcilere düşüyor.
       
          Bana kalırsa doğayı korumanın tek yolu var. Yeni nesli bilinçlendirmek, ne yemeli ne yememli konularını didaktik yöntemlerimizi çöpe atıp zaten bir yaşam formatı haline sokmanın projelerini üretmekten geçiyor.
       
          Anaokulları ve kreşlerde (ki maliyet olarakta son derece düşük çörekler üretilebilir mesela…) menüler tamamen değişebilir. Meyve ve taze hatta çiğ sebzeye yönelik alkali (vücudun asit baz dengesini  gözeten) menüler oluşturabilir. Un yerine yulaflı ve kuruyemişlerden oluşan kurabiyeler akşam üstü kahvaltılarına renk katabilir. Çocuklar şekerlemelerden ve çikolata benzeri hazır gıda ürünlerden meyveli yoğurtlardan uzak tutmak adına  günlük aktivite çizelgelerine yoğurt yapımı, kefir yapımı gibi aktiviteler ve atölye çalışmaları eklenebilir. Bu sayede çocukların özendikleri ürünler farklılaşır her çocuk araştırmaya yatkın ve yaratıcıdır. Aileler bilinçlendirilerek çocuğa mutfakta kendine ait bir alan oluşturulabilir ve kendi meyveli yoğurdunu yapabileceği bir atölye bile kurulabilir. Haydi anneler hem çocuğunuzla birlikte günde 10 dakika etkili zaman geçirecek hem de kalıcı bir sağlığa kavuşmanın yoluna tüm bilincinizi kazımış olacaksınız. Bunların hiçbiri uzak yada zor etkinlikler değil. Çocuklar son derece iyi işbirlikçilerdir unutmayın, size çok şey öğreteceklerdir.
       
          Çevre bilincini edindirmenin yolları pet şişeler, camlar, naylonlar ayrı kutulara atılması ve bu çocuğunuzun sorumluluğunda olabilir. Buyrun size küçük yaz için sorumluluk alma, eşleştirme ve gruplama becerisi etkinliği J

         Belediyeler pet şişe kumbaralarına reklam balonları koysa mesela fena mı olur? Pet şişesini plastik geri dönüşümü kutusuna atan çocuğun bir balonu, bir kokartı olsa sizce etraftaki pet şişeler havada uçuşurmuydu?
 
        Eğitimciler sınıflarının camlarına aynı bitkiden iki saksı birleştirse birine hergün diğerine asitli içecek dökse o bitkinin ölümüne şahit olan bir çocuk sokaklarda zararlı içecekler içmek adına kendini yerlere atarmıydı?!
        Sayın çevreciler yürüyüşler, pankartlar güzel ama hedef kitleniz çocuklar olmalı belediyeler sağlıklı yeni nesil bilinci atölyeleri kurmalı, kendi oyuncağını bile üretebilir bir çocuk.. bu projeler açık belediyelerde olmalı elbette.. Çevreyi ancak çocukları eğiterek koruyabilirsiniz 


FARK EDİN!

                                                                                                   Esra DEREOBALI

                                                                                                02.06.2014

30 Nisan 2014 Çarşamba

GÜLENGÜL USLU İLE REYHAN SOHBETLERİ...



ÇÖZÜM ODAKLI OLMA VE YARATICILIK


                             ÇÖZÜM ODAKLI OLMA VE YARATICILIK

       Toplum ve bireysel gelişmenin önemli bir parçası olan yaratıcı düşünme yeteneği, doğuştan getirilen gizli bir güçtür. Ancak sonrasında bu köreltilebilmekte ya da geliştirilmektedir.
       Çocuk kendine özgü yaratıcılığını kullanarak kendi iç dünyasını yansıtmak için sözcük, mimik, fikir, hareket, çizgi ve renk kullanır ve bunların tümü yaratıcı düşünce örnekleridir. Daha öncelerde tanrısal ve olağanüstü göcelere yüklenen bu kavramın artık bir davranış ve düşünme biçimi olduğu kabul görmektedir.
       Yaratıcılık, esneklik, duyarlılık, akıcılık, ve orjinallik içeren fikir ve durum bütünüdür. Esnek olabilme, çok yönlü düşünebilme becerisi, karşılaşılan yeni duruma uyum sağlayabilme, çabuk ,rahat, hızlı düşünebilme yetisi, hayattaki problemlere çözüm bulabilme ve dolayısıyla hayat başarısını beraberinde getiren tüm öğeler yaratıcı düşünme becerisinin çocukluktan itibaren desteklenmesi ile mümkündür. Bunun için her şeyden önce bireyin kendisine güven duyması , alışılmış kalıpların dışına çıkabilme konusunda engellenmemesi herkesin gördüğünün ve düşündüğünün aksine farkındalığın yargılanmaması, kendine özgü kişilik geliştirmesine saygı duyulması gerekmektedir. Erken dönemde çocuğun duyularını geliştirebilmesi için zengin uyarıcılı bir çevre sağlamak ve kendini ifade edebildiği, psikolojik olarak güvenli bir ortam sağlamak ailelerin öncelikli sorumluluğudur. Anaokulu çağlarına doğru öğretmen ve ebeveyn tutumları ve kullanılan yöntemlerin esnekliği yaratıcılığı destekleyecektir. Açık uçlu sorular yaratıcı düşünceyi destekler örneğin;  bu kalem nerede?’’  ya da  bu kalemle ne yaparız?  yerine  bu kalemle ilgili neler söyleyebilirsin? Bu bir kalem olmasaydı ne olurdu gibi sorularla alternatif düşünceye yöneltebilirsiniz.
ORTAM DÜZENLEMESİ NASIL OLMALIDIR?
-          Malzemelerin normal  kullanım işlevleri dışında kullanılmasına olanak verilmelidir.
-          Çocukların  bir şeyin tekbir sonu, her sorunun tek bir yanıtı olmadığına alıştırılmalıdır.
-          Hissettiklerini sözle, müzikle, renkle, hareketle farklı duyuları kullanarak ifade etmeleri desteklenmelidir.
-          Herhangi bir konu eleştirel düşünülürken bir şeyin eksiklikleri, aksaklıkları sadece görmeleri değil alternatif çözüm yolları üretebilmeleri desteklenmelidir.
-          Bir konuya formal ve ezber yöntemlerle değil soru ve sorgularla başlanmalıdır. Eğer gözleriniz başınızın arkasında olsaydı neler değişirdi hayatınızda gibi..
-          Öğretmen planlarına sıkı sıkıya bağlı olmamalı esnek davranabilmelidir, öğretmenler  içten, doğal, iyi gözlemci, kaygı üretmeyen kişilik yapısında olmalıdır. Eğlenerek yaşamayı  çocuklara aktarabilmelidir.
ÇOCUKTA YARATICILIK GELİŞİM DÖNEMLERİ
      0-2 YAŞ –  Taklit önemli yer tutar. Bebek duyu sistemini kullanarak dünyayı tanır. Bu dönemde yeni sesler, ritimler, dokunma, tatmaya yönelik yenilikler duyuları ve beyin içi nöron gelişimini miyelin kılıfı oluşumlarında  etkilidir. Bu nedenle kaliteli uyaran çevresi ve sensorymotor  oyunlar ile desteklenmelidir.

2-4 YAŞ – Sözel ve hayali oyunların arttığı bir dönmedir. Dikkat süresi kısadır. Bağımsızlık duygusu kendine güvenin desteklenmesi gereken dönemdir. Engellenmemelidir  (düşersin, yanarsın gibi kelimeler yerine çevreyi güvenli halde tutmak tercih edilmelidir.) ifade edici dil ile birlikte kelime hazinesinin arttırılması, el ve parmak kuklaları, farklı resimlere öyküler uydurulmasına yönelik açık uçlu sorular, anlamsız soyut resimler üzerine ‘’sence burda ne var?’’ gibi hayal gücü destekleme çalışmaları tercih edilir.
4-6 YAŞ - Öykülerin ve resimlerin dramatize edildiği kendi algıladığı gibi çizdiği kendi kişiliğini yaratmaya başladığı dönemdir, seçme, bağıntı kurma, oranlama ve anlam çıkartma yetenekleri hala tam gelişmemiştir. Bu nedenle katı kurallar ve tanımlamalardan kaçınılmalıdır. ‘’Güneş sarı olur mavi olmaz gibi’ kısıtlayıcı tanımlardan kaçınılmalıdır. ‘’ öyle yapılmaz, öyle olunmaz’’ yerine belki ‘’ bunu da demek ister misin? Sen nasıl yapmak istersin? Bu konuda ne düşünüyorsun? ‘’ gibi..  Serbest uçlu sorular daha destekleyici olur.
6-9 YAŞ – Kaslara egemenliğin arttığı el becerilerinin geliştiği daha ince işlerle uğraşıldığı dönemdir. Biçim, renk, estetik mantığı ve estetik duygular belirlenmiştir. Somut algılamaya doğru kayan çocuk bildiği kavramları sorgulamaya başlar bu dönemde fanteziler ve hayal gücü zayıflar resimler daha temsil edici gerçeği yansıtır. Kısıtlanmamalıdır.
9-12 YAŞ – Sistemleşmiş düşünme ve becerilere sahiptir. Düşünce üretir. Sistemli tartışmalar, akıl yürütme oyunları, strateji geliştirme, daha uzun dikkat süresi ile sürdürülebilir kelime oyunlarına merakları artar. Sanatsal yetenekler hızla artar. Bu yıllarda kendine güveni sık sarsıldığından eleştirel yaklaşılmamalıdır.
ERGENLİK DÖNEMİ -  Tüm algı dikkat bellek düşünme mantık ve bilişsel işlevler olumsuz yönde etkilenir. On beş yaşa kadar dalgalanma ve çatışmalar zihinsel pozisyonuda etkiler. Kızlar renk zenginliği formda zariflik çizgide estetiğe kaymaya, erkekler teknik ve mekanik çizim ve konulara kafa yormaya yatkındır.
    
             Yaratıcılık ve yaratıcı düşünme tekniklerinin desteklenmesi yetişkinlik döneminde soruları yorumlamak çözümlemek için kullanılan bir güçtür. Çocukluk döneminde zihnin bu yönde desteklenmesi bireyin hayat başarısındaki artışa, mutlu bir yaşam sürmesine  kendi  ile barışık olmasının temelidir.
             Bu nedenle anne babalar ve eğitimciler yaratıcılığın diğer gelişim alanlarıyla ilişkisi anlatılmalı kısıtlayıcı yapılandırılmış eğitim programlarının bireysel ve toplum gelişmesindeki zarar ortaya çıkartılmalıdır.
             Özgür, düşünen, sorgulayan, mutlu bir toplum ezbercilikten kurtarılmış çocuklar mümkündür.

                                                                                   Esra DEREOBALI        11.04.2014 Alsancak




11 Nisan 2014 Cuma

Toplumsal disiplin yöntemimiz KORKU mu? Duygusal farkındalık...


Toplumsal disiplin yöntemimiz KORKU mu?  Duygusal farkındalık
Korku, insanın görünen yada görünmeyen tehlikeler yada anlayamadıkları durumlar karşısında gösterdikleri en doğal tepkidir. Aslında korkular bizi uyarıp kendi savunmamızı sağlayan bir düzenektir. Yeni durumlar insan bilincine her zaman ürkütücü gelir. Özellikle ilk yıllarda çocuk çevreyi yeni tanıdığından korkuların çokluğu normaldir. İnsan kendi korkularını yene yene olgunlaşır.
İlk 4 yaşta yüksek sesten, gök gürültüsünden, karanlıktan ve en çokta anne-baba (güven teması) ayrı kalmak korkusu vardır. İki yaşında bir çocuğun kalabalık ortamda annesini gözden birkaç dakikalığını kaybetmesi bile panik nedenidir ki bazı ebeveynler bunu “uslu durmazsan seni bırakıp giderim  yada seni pazarcı amcaya veririm gibi ileriki yaşamında temel güven duygusunu derinden sarsacak kişilik problemlerinin temelini atarlar.
Dört yaştan sonra korkular yavaş yavaş azalır ve daha somutlaşır. 7 yaş öncesi düşünme ve kıyaslama yetilerinin sınırlı olması gördükleri ve duyduklarını benzeterek çarpıtarak abartarak korkulu sonuçları çıkartmalarına neden olur. Bu nedenle çocuğun duygularını dinlerken bulunduğu çağın özellikleri kapsamında değerlendirilmelidir.
Çoğu ailede korkutma bir disiplin yöntemi olarak kullanılmakta buda çocuğu koşullu sevmeyi öğreten bir kalıp olarak bilinçaltına değersizlik duygusuyla kodlanmaktadır. Ancak bazen aileler çocukları hiç korkutmadıklarını övünerek anlatsalar da yapılan görüşme sırasında anne babanın kendilerinin birçok korkusu ortaya çıkmaktadır. Örneğin; yanına köpek yaklaşınca çığlık atan, evde böcek görünce sandalyenin üstüne sıçrayan, eşi evde yokken çocuklarıyla yatan, kapıya iki kilitten fazla kilit taktıran, asla yabancılarla konuşma diye sıkı sıkı tembihleyen ebeveynler farkında olmadan kendi korkularını çocuklarına bulaştırırlar. Tüm bunların hiçbirinin olmadığı halde çocuk korkuları ortaya çıkan ailelerde aşırı koruyucu aile modeliyle karşılaşılmaktadır. “Aman düşersin”, “sen dökersin ben yedireyim”, “karşıya geçemezsin beni bekle” davranışları çocuğu çevrenin tehlikeli bir yer olduğu inancını yerleştirir ve özgürlüğü bu denli kısıtlanan çocuk neyin tehlikeli neyin değil olduğunu ayırdedemediğinden özgüveni asla gelişemez ve bağımlı kişilik haline dönüşür.
Yine çocukta korkuyu geliştirme, sindirme yöntemi. ” Beni üzersen hastalanır ölürüm” yada “Allah baba seni taş eder” kalıplarıdır. Bu çocuğu kaldıramayacağı bir duygusal sorumluluk yüklemektir. Ayrıca Tanrı inancını annesini ondan alan ve kendisini taşa çeviren olarak kodlanacağından her zaman ilahi güce karşı bastırılmış öfke kazanılır ve tanımlayamadığı bu güç her an her şeyi elinden aldığı inancı      bozukluğu, depresifliğe neden olur.
Çocuklarımızı disiplin etmek adına duygusal yoksunluğa yada kişilik bozukluklarına temel atmamak elbette duygusal farkındalık geliştirip iletişiminizi sağlıklı bir yola kanalize etmek mümkündür. Kendi ile barışık tüm duygularını ifade edebilen bireyler yetiştirmek çocuklarımıza hayat başarısı hediye etmektir ki, bu her ebeveynin hayalidir.
Duygularımız bize, gerçek de neye önem verdiğimizi söyleyen yol haritalarıdır. Ve haritasını iyi okuyan her zaman sağlıklı, mutlu ve başarılı olacaktır. Duygularımızı anlamak ve blokajlarımızı çözmek için harcadığımız zaman ve efor her zaman bizi daha sağlıklı kararlar vermemiz için bize katkı sağlar.
Oysa inkar etmek, görmezden gelmek, kendimizi yok saymakla eşdeğerdir. Kızgınlık, içerleme, öfke olarak içimizde negatife dönüp birikimlere neden olur ve öfke kontrolsüzlüğü depresyon ve daha ileriki aşamada her tür ölümcül hastalığın davetiyesidir. Öte yandan en yoğun ve rahatsız edici duygular bile yargılanmadan, suçlamadan açıklanabildiğinde yumuşar ve özgürlüğün ve sevginin anahtarları oluverirler.
O halde en değerli varlıklarımız, çocuklarımızın da bu konuda desteklenmesi yarın atılacakları hayatta sağlıklı iletişim kurmaları, mutlu ve başarılı hayattan keyif alan bireyler olabilmeleri adına aile içerisinde desteklenmelidir. Duygusal olarak kendini ifade edememe, hırçınlık ve öfke nöbetleri, dikkat dağınıklığı , gece işemeleri olarak da çocuklarda gözlenebilmektedir.
Çocukların duygusal okur yazarlıklarını arttırmak adına neler yapılabilir.
·         Çocuğun duygularına saygı gösterin, onu dinlerken sadece dinleyin,  mimikleriniz dahil küçümseme ve hafife alma içermesin. Duygusu her ne ise önemli olduğu ve her duygunun sağlıklı olduğu görüşü ile destekleyin. Ancak öğüt vermeyin.
·         Çocuklar adlandıramadıkları birçok duygu ile doludur. Duyguları hakkında konuşan ancak tanımlamaktan kaçının. Nasıl hissediyorsun, …… durumunda ne hissettin? ……. Yapmak ister misin? Gibi önerilerde bulunun.
·         Kendi duygularınızı dile getirin. Bu onların farkındalığını arttıracaktır. Ben bazen kendimi çok yalnız hissediyorum. Öyle zamanlarda müzik dinlemek beni çok mutlu ediyor. Bir de seninle sohbet etmek gibi onu cesaretlendiren tanımları kendi üzerinizden anlatın. Duygularıyla barışık olmak bunu ifade etmenin zayıflık değil aksine doğru davranış olduğunu model olsun.
·         Duyguları ifade etmenin istendik yollarını tanımlayın ki, istemedik davranışlar öfke nöbetleri, ağlama krizleri şeklinde duygusal boşalmalara ihtiyaçları kalmasın.
·         İletişimin sözel olmayan şekline de saygı duyun. Ağlamak gibi. Sakinleştiğin zaman konuşabiliriz diyebilirsiniz. Ama ağlama yapma diye onu anlamadığınız hissine kapılmasına izin vermeyin.
·         Gerçekten dinleyin. Sözünü kesmeden-yargılamadan- öğüt vermeden. Öğütler çocuğumuzun gözleyebileceği doğru davranışlarınızdır. Unutmayın kendi hayatınızda uygulamadığınız davranışları onda beklemeniz sadece size olan saygısını azaltır.
·         Gerektiğinde sınırlar koyarak emniyeti sağlayın. Bazen sinirli ya da üzgün çocuklar (bunun bir şımarıklık isteği yapılmıyor ağlaması değil ise)nazik fakat sıkı bir kucaklama fiziksel güvenin yanı sıra duygusal olarak da güvende olma hissi yaratır.
·         Duygular ve düşünceler arasındaki farkı kavramalarını sağlayın. Tekme atma vurma gibi davranışları durdururken bile duygu boşalımını engellemeden saygı duyulabilir. Gerçekten bir şeyleri  fırlatarak istiyorsan çoraplarını duvara fırlatabilirs,in gibi alternatifler önerin.
·         Kendi duygularınız için de destek alın. Bizim çocukları dinlediğimiz gibi.
·         Kendi duygularınızı çocuğun duygularına karıştırmayın. Onu kendi algınızla tanımlayın.
·         Kendi duygularınız içinde destek alın, yetişkin olarak bazen üzüntümüzü, engellemelerimizi, kızgınlıklarımız açıklamamıza gerek yokmuş gibi düşünürüz.
·         Ne yapabileceğinizle ilgili gerçekçi olun. Tutamayacağınız sözler vermeyin. Ne kadar harika olursak olalım bazen başkalarının duygularını tam olarak kendimizi vererek dinlemeye uygun olmadığımız zamanlar olacaktır.
Fakat çocuklara duygularından dolayı yanlış şeyler hissettirmeden kendimize mola vermek mümkündür.” Biraz daha sakinleşmeye ihtiyacın var gibi görünüyor, ben birazdan nasıl olduğunu görmeye geleceğim” gibi cümleler, onu terk edilmişlik, değersizlik duygusu yaşatmadan duygularını açıklamaya devam edeceği mesajını verecektir.
                Tüm bu sayılanlarla çocuklarınızla etkili iletişim kurarak daha kaliteli bir yaşam sürdürebilmeleri için gerekli olan becerilerin ilk aşaması olan duygusal farkındalığı kazandıracaktır.


                                                               Mutlu çocuk, mutlu aile, mutlu yarınlar demektir.
Esra Dereobalı
Alsancak //3 nısan 2014

11 Mart 2014 Salı

MASAL BU YA.....

MASAL BU YA…
Bir sabah uyanmışsınız çizgi film kahramanlarının süslediği nevresimlerinizin içerisinde ya da arabalı bir yatakta tepenize dikilmiş olan küçük oğlunuz tıpkı sizin onu uyandırdığınız gibi  size seslenmekte: haydi servisi kaçıracaksın fırla yataktan ….
Şimdiki aklınızdasınız ama çocuğunuzun bedeninde ?! Ancak filmlerde olur bu diye gülümsemeyin hemen .. Kapatın gözlerinizi devam edelim … Nerede kaldı muhteşem empati yeteneğiniz ;  herşeyi bilen ebeveyn edanız …
Sizden cüsse olarak çok büyük ve tek dileğiniz onun harika prensi prensesi olmak olan ; hayat amacınız onun sizi çok sevmesi sandığınız anne / babanız dikildiği yıllara dönün .. NASIL UYANDIRILMAYI DÜŞLERDİNİZ ? kendiniz için verdiğiniz uyandırma siparişi tamda çocuğunuza olduğu gibi mi ?...
Amanda benim harikalar diyarımın perisi uyanamamış mı bu sabah   diye öpücüklere boğulmak güne gülümsetir miydi sizi? Tostunuz araba şeklindeki kurabiye kalıplarıyla kesilmiş konsa önünüze yine de mızıldanır mıydınız kahvaltı etmeyeceğim   diye?  Yumurtanız dinozor kılıklı bir tavada pişseydi mesela… Okul kıyafetlerinize Süpermen’im bilgelik önlüğünü  giydi mi diye isimler taksaydı okuldan korkar mıydınız?... Suratınız asıldığında bilseydiniz ki babanızla uyku öncesi sohbetinizde “ asla sözünüz kesilmeden” haklı haksız yargılamaları ya da öğütler olmadan anlatabileceğinizi bilseniz… Kendinizi ağlayarak ifade etmek zorunda kalır mıydınız? Her istediğini alıyoruz haa adam olmaya niyetin yok cümlesi mi rahatlatırdı sizi ,yoksa ne olursan ol ben senin yanında olacağım ve çok seveceğim diyen ama ardından öğütler sıralamayıp sizin kendi hayat defterinizde hatalarda yapabileceğinizi bildiği halde buna saygı duyan bir anne /baba mı daha rahat ve özgüvenli bir çocuk olmanızı sağlardı ?... Eve geldiğiniz de sözlere bile ihtiyaç duymayacak kadar sıcak bir kucaklama mı kuru kuru seni seviyorum bak bir sürü oyuncak alışımdan belli değil mi  edaları mı gerçekten kabul gördüğünüzü hissettirir ,uyumlu uysal bir çocuk ederdi sizi ?
AÇIN ŞİMDİ GÖZLERİNİZİ… Buyurun gerçek hayat ... Anne baba rollerinize –eş sevgili konumlarınıza geri alalım sizi…
Kurguladığınız uyandırılma karşılanma kabul görme sahneleri … Aynı sizin de uyguladığınız gibi miydi? Eğer öyleyse SİZ GERÇEK BİR KRAL VE KRALİÇESİNİZ kahramanlar yaratan …  Ne kadar şanslı hissediyordur gurur duyuyordur minik yürekler… eğer değilse ?!.. bir parça dilde çeviri yapmaya ihtiyacınız var demektir, öncelikle kendi işinizi kolaylaştırmak sonrasında mutlu çocuk mutlu bir aile yaratmak için …
Geçiştirdiniz mi sevdiklerinizin size anlatmak istediklerini ,çok mu yoğundunuz iş telaşınız onlara daha güzel bir hayat sunmak içindi oysa nasılda anlamadılar sevildiklerini ?? sarılmayı mı unuttunuz işe yetişirken ? Maillerinize bakmayı da unutur musunuz ? sosyal medyanızı erteleyebilir misiniz? Pazar günü maçlarınızı ? aynı ortamda olmak sevgiyi paylaşmak mıydı ?
MASAL BU YA… BİR SABAH UYANDINIZ .. VE sordular size anneni / babanı seç diye …AYNADAKİ ADAMI / KADINI SEÇER MİYDİNİZ?... cevabınız evetse yazının geri kalanına ihtiyacınız kalmamıştır.. gülümseyin kocaman aynadaki aksinize ve seni seviyorum deyin …cevabınız  hayır ise ben nerede hata yaptım sorunsalına varmadan hemen önce sen dilini ben diline çeviri yapmanız tavsiye olunur. Hayat üzerinize geliyorsa direksiyondaki sizsiniz UNUTMAYIN ! Sen ……... sın tanımlarınızdan arının hemen, hatta yazın en çok nelerle tanımlıyorsunuz canınızdan çok sevdiklerinizi, yumurcaklarınızı hayatla baş edemediğinizde kendinizi yetersiz hissettiğinizde; sonra yazılı halde yapın çevirilerinizi.

SEN DİLİ

BEN DİLİ

Sorumsuzsun
olduğunda kendimi çok yorgun hissediyorum ,
senin kendi sorumluluklarını taşıyabildiğini görmek beni biraz rahatlatabilir

İlgisizsin
sana bıraktığım notları okumadığında ,
bana ödevlerini anlatmadığında kendimi değersiz hissediyorum ,bu konuda biraz daha dikkatli olmanı bekliyorum
Uyuzsun
Düşünce ve duygularını bana açıklamadığında seni anlamakta güçlük       çekiyorum .

Yaramazsın
İşten  sonra çok yorgun oluyorum ama seninle de oynamaktan  ,
seni dinlemekten keyif alıyorum belki biraz daha sakin oyunlar seçmek ikimizi de rahatlatabilir…


Aile içerisinde kendi duygularınızı ifade ederek iletişim kurma şekli suçlayıcılık gibi karşı tarafın egosunu harekete geçirmeyeceğinden, hem sizi rahatlatan hem de çocuğunuzun dış dünyada kabul göreceği bir iletişim yolu öğreten bir deneyim sağlar. Bu tutumu benimseyen ve içselleştiren aileler çocuklarına iyi rol model olmakla kalmaz. Tüm ilişkilerinizde sevginin alma verme akışını daha fazla hissedersiniz.
 Küçük bir tüyo J HAYAT ÜZERİNİZE GELMEKTEN VAZGEÇER.
 Eğer siz onu bir savaş alanından bir oyun alanına çevirmeye karar verirseniz!?..
SEÇİM SİZİN MASAL KAHRAMANI OLMAK MI , SAVAŞIN ESİRİ OLMAK MI ?...

ESRA DEREOBALI (pedegog )
www.pembebagcik.com.tr

                                                                                                                                                                                                                        

4 Şubat 2014 Salı

Sevgi..

Sevgi sorgulanmaz, ölçülmez,bir nedene bağlı olamaz,süreli olamaz,sevgi sevgidir....sadece seversin hepsi bu....


Posted via Blogaway

1 Şubat 2014 Cumartesi

ENİNE BOYUNA SÜT ANNE …






ENİNE BOYUNA SÜT ANNE …

Son günlerde bir süt anne tartışmasıdır gidiyor. Bir açıdan bakınca ne hoş bir yaklaşım diyor insan, öbür açıya geçince bakışım içimi acıtan istatistikler… Değiştiriyor gözlüğümü bir daha bakıyorum Sağlık Bakanlığı’nın ‘’ son altı yılda bebek ölümlerini % 50 düşürdük..’’ açıklamalarını görüyor umutlanıyorum , çıkartınca gözlüğümü, doktorların ‘’ henüz anne sütünün genetik kodu değiştirip değiştirmediğini bilmiyoruz..’’ söylemleriyle çarpışıyorum. ŞİMDİ KİM DOĞRUYU SÖYLER?! BİZE…

Anne sütü bankası ya da kliniği ile ilgili çalışmalardaki gereksinim bebek ölümlerindeki beslenme yetersizliği olarak öne sürülmektedir. Oysa ki bir söylemi vardır, Sağlık Bakanlığının; son altı yılda bebek ölümlerinde % 50 düşüş sağlandığıyla ilgili. Ki bunu TUİK raporlarında da görmek mümkündür. Türkiye Aile Hekimleri Derneği yönetim kurulu başkanı Sn.Girginer’ in açıklamalarında da Dünya Sağlık Örgütü (WHO) araştırmalarında, dünya ve Asya ortalamasının binde 40 olduğu, hükümetin aile hekimliği politikası sayesinde, bu oranın binde 10 lara düşürüldüğü belirtilmektedir. Çünkü artık hamilelikleri çok rahat takip edebildikleri, yeni doğanı kolaylıkla izleyebildikleri, riskli gebeliklere müdahale edebildikleri, aşılama ve beslenmede başarı sağladıkları gibi harika haberler vermişlerdi çok kısa bir zaman önce. Yine TUİK raporlarında artık doğumların %98’inin hastahanelerde yapıldığı da ülkemizde doğum ve anne bebek sağlığına verilen önemin arttığının ispatlarından biridir, ki bu raporda
bebek ölüm hızının binde 40 lardan binde 8 lere düştüğü de belirtilmektedir.
Ama hala ölüm var ve biz bunların da önüne geçmek istiyoruz; bir bakalım yeni doğan ihtiyaçlarına; en çok anne sıcaklığına, şefkatine, tenine, korunmasına, huzura ihtiyacı olduğunu unutmadan; ki bunlardan yoksun kalmanın adı hospitalizm olup çok ciddiye alınması gereken bir teşhistirİ; farkında mısınız? Bunu sağladınız diyelim; anne doğuma hazır, mutlu refah içinde bir gebelik sürdü…. ki daha önceki yazılarda tartışmıştık, bu ülkede 18 yaşından küçük kızını evlendirebilmek için 2012 yılında mahkemeye başvurmuş 17 bini aşkın babayı ve bu davalara bakarak insan hakları çocuk hakları ve yasaları yok sayan hukukçuları göz ardı ederek, dedik ki çok mutlu hamilelik geçirdi anneler !?.. aşkla doğurdular, çocuklarını muhteşem hastahane ortamlarında!?? Akraba evliliklerini de önlediniz ?!! Genetik hastalıkların önüne geçtiniz ?!! bunlardan ölmüyor artık bebeklerimiz SAĞLIKLA DOĞDU;  tek eksik anne sütü ?! Bu ülkede kaç hastahanede sağlıklı ve yeterli yeni doğan ünitesi var sanıyorsunuz? Hastahane enfeksiyonları kaç tane henüz yeni doğan bebeğin vücudunu istila ediyor haberiniz var mı? Bebek ölümlerinin ilk bir yıl içinde % 67 sini oluşturan konjenital malformasyonları, enfeksiyonları, prenatal asfiksi, metabolitik hastalıkları önlediniz mi? Herşeyden önce yeterli sayıda yeni doğan için eğitilmiş personeliniz var mı? Sağlıklı gebeliklerle ilgili tüm önlemler alındı mı? Tüm sorulara cevabınız EVET ise; soruyorum Aile Hekimleri Derneği, Sağlık Bakanlığı ve tüm tabipler neden her yerde ‘’bebek ölümlerinin %60 ı yoğun bakıma duyulan ihtiyaç ve bebeklere uygun şartlarda tedavi sağlanamamasından olmaktadır ..’’…. ‘’ .. ve bu konuda tüm çalışmalar sürdürülmektedir açıklamaları yapıp durmaktadırlar? Elbette bebek ölümlerinin ikincil nedeni beslenme yetersizliğidir. Ancak bu da 6. Aydan itibaren ek besine geçilen bebeklerde vitamin ve mineral eksiklikleri nedeniyle denildiği basın açıklaması Sn. Girginere ait değil midir ?
Tüm hastahaneleri hazırladıysanız, tüm enfeksiyonları teşhis ve tedavi edebilecek ilim ve bilime ulaştıysanız, bir de hekimlere kulak vermek gerekmez  mi? Anne sütü konusundaki başta Türk Neonatoloji Derneği (yeni doğan ile direk ilgili Hacettepe Üniversitesinde kurulu bir dernektir.) açıklamaları tüyler ürpertmektedir. ‘’ANNE SÜTÜNÜN GENETİK YAPIYI DEĞİŞTİRİP DEĞİŞTİRMEDİĞİ halen bilinmemektedir. Anne sütü bankacılığı kan bankacılığından bile önemlidir; çok ciddi bir iştir.. ‘’ demekteler. Çünkü anne sütü ile HIV, CMV, aids, hepatit B ve C ve henüz bilinemeyen her tur virüs bulaşabildiği gibi, vericinin alkol ve sigara da kullanmaması gerekmektedir. Kaldı ki tıp tarihinin henüz adını koyamadığı pek çok genetik hastalık vardır. Sütün pastörize edilmeden ve tarama yapılmadan korunması mümkün değildir diyen hekimler, vericiye yapılacak testlerin kesinliğini de tartışmaktadır. Hatırlamak gerekir ki bu ülkede pastörize inek sütünden bile zehirlenen onlarca çocuk vardır yakın geçmişte !! ŞİMDİ SORUYORUM SİZE DAHA BU DÜNYAYA YENİ GÖZLERİNİ AÇMIŞ UYUM SAĞLAMAKTA GÜÇLÜK ÇEKEN TAPTAZE BEBEĞİNİZİ VİCDAN RAHATLIĞI İLE BU KADAR RİSKLİ BİR BESİNLE BESLENMESİNE RAZI OLUR MUYDUNUZ?!!!
Süt anneliği elbette kutsal’dır, ve geleneksel yapımızda da mevcuttur. Saygı duyuyorum, ancak; saygı duymak, sevgi duymayı gerektirmiyor elbette. Ülkemizin Diyanet İşleri Başkanlığı bile süt kardeşler evlenemez !! ? diyor; tabi süt akrabanızla evlenemezsin diyen Diyanet İşleri, kan bağı akrabanızla evlenemezsin niye demiyor da hala bu ülkede akraba evlilikleri yapılıyor? anlamak çok mümkün olmasa da; nüfus kütüğüne işlensin uyarısı, Diyanetten geliyor da çok şükür en azından riski kayıt altına almak birilerinin aklına bari geliyor. Ancak, bu doğrultuda başka bir sorunsalla karşı karşıya kalıyoruz ; bu bilgileri kim nasıl koruyacak? Çünkü; kişisel bilgilerin korunması Anayasanın  değişik 20. Maddesi gereği, vatandaşlık hakkı, bu durumda hukukçulara da sormak lazım (?)sağlık için verilen bilginin, nüfus kütüklerine iletilebilmesi uygun mu? Nasıl olur da nüfus memuru, kişisel sağlık bilgilerini kütüğe işleme hakkına sahip olur? Ayrıca TCK 135/2 . madde de ‘’ kişilerin siyasi, felsefi, dini, ırki, ahlaki eğilimleri, cinsel yaşamları ,SAĞLIK DURUMLARINA ilişkin bilgileri veri olarak kaydeden kimse, 3 yıla kadar ağır hapsi istenir ..’’ derken devlet kendi kurumuna kendi eliyle suç işletmiş olmaz mı?
Hal böyle olunca sanırım bu kadar kör düğüme yol açabilecek bir konuda tartışmak da, konuşmak da beni aşıyor. Henüz doğmamış bebekleri bu kadar çapraşık bir kuyuya atmak zorlaşıyor. Süt bankası da, süt anne projeleri de rafa kalkıyor.
Tıp dünyası bütün enfeksiyonlara ve genetik kodlara çare buluncaya....
Hukukçular yasal düzenlemeleri daha demokratik düzleme taşıyıncaya….
Din adamları risk oluşturan tüm evlilikleri önleyinceye …..
Devlet önce zaten doğmuş ve yaşam savaşını sokakta sürdüren çocukların sorunlarını çözünceye ….
Kadınlar, 18 yaş altı evliliklere bu bir şiddettir diyerek karşı duruncaya dek halihazırda olan sorunlarımıza odaklanmak gerekliliği bir kez daha su yüzüne çıkıyor YİNE… bebekler de kendi annelerinin sütleriyle yetinsinler bir süre daha ….
Esra Dereobalı
Çocuk Gelişim Eğitim Uzmanı


31 Ocak 2014 Cuma

ÇOCUK İŞCİLER...




ÇOCUK İŞÇİLER...
Avrupalılaşma yolunda kimlik ve benlik çatışması yaşıyor genç nesil; bir yandan demokratikleşme süreci yaşanırken kendi öz değerlerimizi de sarsıyor muyuz diye düşünmeden edememekteyim. İşin içinden çıkamadığım zamanlarda,  ‘’dibe vurmadan su yüzüne çıkılmaz’’ gibi atasözlerine sığınmaya çalışsam da,  kanımı donduran istatiksel  ölçümlerde  kelimelerin yetersiz kaldığı  duygular kilitleniyor içimde…
Geçen günlerde  TÜİK  ve UNICEF  istatistikleri yayınlandı , bilmiyorum kaçımız haberdar olduk ama ; (artık insanın haber alma özgürlüklerinin bile  yanlı hale geldiği günlerde olduğumuzdan  ) ülkemizde 320.000 (uç yüz yirmi bin) çocuk işçinin çalıştığını bildirdiler. Bunlardan 124.000 (yüz yirmi dört bin) tanesi okula devam etmiyor ve bu çocuklardan 80.000 (seksen bin)’i sokaklarda yaşıyor. Bu çocukları sokaklar mı doğuruyor? Hayır… BM çocuk hakları bildirgesinin 6 . maddesi ;  çocuğun kişiliğinin gelişmesi için anlayış ve sevgiye gereksinimi olduğunu, bilgi, sevgi , eğitim olanaklarının maddi  ve manevi   olarak, aile tarafından sağlanmasında devlet güvencesi altında olduğu, her doğan çocuğa vaad edilmiştir. Ve 9. Maddesinde çocukların her turlu istismar, ihmal ve sömürüye karsı korunması, hiçbir şekilde ticaret konusu olamayacağı, çalıştırılamayacağı, hele ki fiziksel, zihinsel, ahlaki gelişmesini engelleyecek bir işe izin verilmemesi tüm dünya tarafından imza altına  alınmış ve Türkiye Cumhuriyeti  Anayasası’nda da 41 ve 42 . maddelerinde, devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle anne ve çocuğu   kendi koruması altına alır;  ve çocuğun asla eğitim öğretimden yoksun bırakılamayacağı devlet güvencesindedir. Anayasa Madde 18 ise, hiç kimsenin zorla çalıştırılmayacağını öngörüp; sonra bir çocuk yasta bir ergeni, ruhsal–fiziksel- zihinsel, kaldıramayacağı bir sorumluluğun altına sokarak, ailesine bakmak zorunda bırakmak zorla çalıştırmak değil midir?
Bu çocukları eğitim sistemine katmak adına sosyal örgütler ne yapmaktadır?  Devlet bu anlamda nasıl çalışır? Projeleri kim üretir? İstatistiksel bilgiler her yıl dosyalarda, kırtasiye birikimi olsun diye mi yapılır? Zorunlu eğitim çağı denen yaş neye göre belirlenir ve kim tarafından? Bu çocukların yada ailelerin motivasyon kaynakları nelerdir? Eğitim sisteminin keşmekeşliğinde, bir gelişim terapisti olarak cevaplayamadığım sorular var beynimde… ve bu cevaplar kimde gizli  diye düşündüğüm?
Farkında mısınız bilmiyorum ama, canlı bombalar üretiyoruz. Sevmiyoruz, okşamıyoruz, zorunlu diyoruz, kural diyoruz , sorgulama çalış diyoruz, kanun böyle diyoruz, sonra bayram törenlerinde YARINLARIMIZ ÇOCUKLARIMIZ diyen konuşmacıları alkışlıyoruz, bir günlüğüne … bayram hatırına…
Ağacı yaşken sulayıp şekillendirmiyoruz ki çiçeklensin;  büyüyünce beğenmeyip sürekli buduyoruz?!
Her yıl değişen eğitim sistemi kendi dokumuza uygun üretilip projelendirilmiyor;  Avrupa’nın kopyala yapıştır tuşlarıyla habire çekiştiriyoruz; üzerimize bir türlü olmayan formalarımızı deniyor, deneniyor, çürütüyoruz gencecik fidanları; herkese eşitlik diyoruz ama kendi çocuğumuzu kayırıyoruz. Bütünleştirmeyen, ayrıştıran, kanayan, kanatan yarınları gözlerimizi yumduğumuz her çarpık eğitim sisteminde ellerimizle yaratıyoruz.
Sokakta bıraktığınız, el uzatmadığınız, eğitmediğiniz, çalıştırdığınız, bu yaşta hayatın yükünü omuzunuza yüklediğiniz ellerinden neşelerini, oyuncaklarını,  oyunlarını, çocukluğunu aldığınız çocuklar yarın sizin kaderinizle oynayacaklar!
Esra DEREOBALI-30.03.2013

24 Ocak 2014 Cuma

Taciz’ e dikkat….




 
GÜN GEÇMİYOR Kİ GAZETEDE YENİ BİR TACİZ ,TECAVÜZ HABERİ YAZILMASIN DAHA KAÇI VAR KİMBİLİR HABERLERE YANSIMADAN SESSİZ KAPILAR ARDINDA HAYATLARI KARARTIP KURUTAN .. BU KAÇINCI ÇOCUK TECAVÜZÜ...

 
 
Taciz’ e dikkat….

 

         Küçüktük, ufacıktık, büyüdük şimdi büyük işler yapmalıyız!

         Mesela yürürken çiçek ezmemeliyiz, işten eve dönerken bir çocuk sevindirmeli, birinin saçını okşamalı, birilerine iyi ki varsın demeli, dedirtmeliyiz. Bunlar büyük işlerdir. Yoksa günlük rutinde yaptığımız işleri herkes yapar, rutinler değildir oysa bizi insan yapan! Büyük işler, büyük yürek ister, birine kızgınken de sevebilmek ister, bilinçaltımızda ya da ruhumuzda aç kalan bizi felce uğratan, budanan taraflarımızı canlı tutmak, insan olduğumuzu hatırlamak için biraz etrafa dönüp bakmak ister. Çocukluğuna dönebilme, hissedebilme, çocuk savunmasızlığına duyarlı olmayı gerektirir.
     
      Nedir  son günlerde farkında olmadığımız görmeyi reddettiğimiz? Oysa göz yumduklarımız; sesimizi değil, sözümüzü yükseltmeyi gerektirirken, üç maymunu oynayışımız neden ?

        Yarınlarımızdır çocuklarımız;  onları 6 yaşına kadar gözümüzden esirgeyip, sonra dış dünya ile baş etmesini izlemeye başladığımız zamanlarda, dış dünyanın acımasız taraflarına karşı dik durmayı, kendini ifadeyi, kendini savunmayı, bireyselliklerini korumayı, özel olmayı özel hayatı öğretebiliyor muyuz? Bir anne olarak çocuğumuzu sokağa, okula bıraktığınızda başına gelebileceklere karşı durmayı öğretebiliyor muyuz? Aile denen kavramın giderek yozlaşmaya başladığı günümüzde, ailenin dışarıdaki evrensel kümenin örneklemini oluşturduğunun farkında mıyız, her şeyden önce!!? Cinsel kimliği, özelimizi bedenimizi korumayı biliyor muyuz? Yasaklarla, kanunlarla korunamaz bir durumdur bu. Bu durum kişinin kendi özel alanını korumasını gerektirir.
 
         Son günlerde gazete, dergi, medyada giderek daha içimizi acıtan hikayeleri duyup, okuyup, asla bizim başımıza gelmez sandığımız, taciz ve tecavüz olaylarıyla ilgili küçük bilgilendirmelerle çocuk yaşta öğrenebileceğimiz hak ve özgürlüklerimizden geçer hayatı öğrenmek.

         Kendini tanıyan dünyayı tanır çünkü.

         Çocuklar, ki engelli grup çok daha fazla tehdit altındadır. Çünkü genellikle  kendini ifade güçlüğü taşımaktadırlar. Çocuk yaşta 0-6  yaş  arasında  tüm karakter yapısının oluştuğu düşünülecek olursa, birkaç saatlik eğitimle bunun önüne geçilebilecek davranışsal yöntemlerle çocuğa kazandırılabilecekken; hâlihazırda taciz, tecavüz vakalarıyla sağlık personeli bile nasıl başa çıkacağını bilememektedir.

          Anayasanın 41 . maddesi ek fıkra 12/9/2010 tarihli  5982 yasa ile gelen  değişiklik madde 4 ile devlet her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirler alır der.Elbette ki  bu durum dış ortamda psikolojik dengesi bozuk insanları bir  yerlere toplayarak çözümlenemez. Ancak çocuk yaşta bile bilinçaltının art niyetli dokunma ve şefkat dokunmasını ayırt edebildiği bilimsel olarak ispatlandığı üzere, bu bilimsel çalışmalar neden pratik uygulamalara dökülerek sağlık personeline, devletin rehberlik merkezlerinde çocuklara, toplum sağlığı merkezlerinde annelere, yönelik seminerlerle çocuklarınızı tacizden korumayla ilgili nasıl eğitirsiniz seminerleri hala düzenlenmiyor!? Bu bilim adamlarının ,akademisyenlerin çalışmaları neden pratik uygulamalarla yaygınlaştırılmaz? Bu devlet organları, toplum sağlığını bu kadar basit yöntemlerle neden korumaz!? Neden bir sürü çocuk, (ki erkek çocuk, çok daha fazla korumasızdır dış ortamlarda daha fazla kaldığından) buna susmak ve geleceğin öfkesini şimdiden küçük yüreğine gömmek zorunda kalır?

Neden hukuk organları, ilerleyen yaşlarda daha fazla taciz davasına bakmak zorunda bırakılır?
Neden bir sürü birey, cinselliğe, dokunmaya, aşka, güvene o yaşlardan küstürülür?
Birkaç saatimizi ayırarak huzurlu bir gelecek yaratmak varken neden bu kadar kaygı içinde yaşamak zorunda bırakılırız?
Cevabı bilen var mıdır?

                                                                                                                              Esra  DEREOBALI